Dava Filistin mi Türkiye mi?

Dava Filistin mi Türkiye mi?

 Hamas’ın 7 Ekim günü İsrail topraklarında gerçekleştirdiği saldırılarla başlayan gelişmeler 21. yüzyıl tarihinin dönüştürücü gelişmeleri arasında yer alacaktır. Tarihsel ve belirleyici hadise niteliği hem Filistin/İsrail, hem bölge ve dünya açısından geçerlidir. 

Filistin
Dava Filistin mi Türkiye mi

Aydın Adnan Sezgin yazdı :

Türkiye’nin yaşanan gelişmeler bağlamında Filistin halkının yanında yer alması kaderinin, değerlerinin gereğidir. Hamas da Filistin halkının bir parçasıdır.

Yaşanan felaketin boyutları bu zorunluluğu daha da güçlendirmektedir. İsrail’in devam eden misillemesi her türlü ölçüyü aşmakta, normları sarsmaktadır; yaptıkları hem savaş suçu hem insanlığa karşı suç kategorisine girmektedir.

Hamas’ın bu tür bir tepkiyi tetikleyeceğini bile bile hatta belki de isteyerek saldırılarını gerçekleştirmiş olması İsrail’in suçlarını hafifletmez. Hamas’ın mücadelesi haklıdır ama 7 Ekim saldırıları da savaş suçu niteliğindedir.

İşlenen suçları ve failleri tanımlamak, Gazze trajedisi sürecindeki en kolay iştir. Şu anda esas acil konu İsrail’in yaşattığı savaş haline son verilmesidir.

Ara hedef insani yardımı yeterli ölçüde sağlayacak koşulların temin edilmesidir. Peki Türkiye bu süreçte temel ve acil sorunun aşılması, ara hedefin tutturulması için son yirmi dört gün içinde somut ve sonuç alıcı hangi adımları atmıştır?.

Diğer bir deyişle, iktidarın girişimleri ve söylemleri bu belirgin hedeflere doğru herhangi bir katkı sağlamış mıdır? İktidar krizin takriben ilk üç haftası boyunca doğru bir tercihle her tarafla görüşebilmesine ve çözüme katkıda bulunmasına imkan verecek doğru çizgiyi yakalamış.

Ama Cumhurbaşkanı’nın 25 ve 28 Ekim konuşmalarıyla böyle durumların olmazsa olmazları akıl, ölçü, sabır ve sebattan kopmuştur.

Türkiye hangi siyasi iktidar tarafından yönetiliyor olursa olsun uluslararası planda değerli ve etkinlik potansiyeli taşıyan bir ülkedir.

Filistin sorununda ve diğer bölgesel konularda bu değeri ve potansiyeli yükselir. Koşulların gereği olarak süreçlerin başlangıcında etkisi nispeten sınırlı kalsa da sonraki aşamalarda tesirini arttırma kabiliyeti vardır.

Erdoğan’ın 25 ve 28 Ekim konuşmaları Türkiye’nin bu özellikleriyle “Gazze Krizi”nin çözülmesinde etkin siyasi rol üstlenme kapasitesini çok daraltmıştır.

Oysa, son on beş yılın deneyimi iktidarın Filistin davasıyla ilgili hezeyanlı tavırlarının davaya ve Filistinlilere hizmet etmediği, aksi sonuçlar doğurduğunu göstermiştir.

Türkiye’de “Arap Sokağı”nın bazı kesimlerini ve “Müslüman Kardeşler” ağının alkışları dışında bir yarar görmemiştir.

İçinden geçmekte olduğumuz uluslararası karmaşa döneminde ihtiyaç duyulan nirengi noktası, referans ve yeni değerlerin oluşmasına hemen hizmet etmek açısından da bir fırsat kaçmıştır.

Türkiye, dünya ülkeleri arasındaki ilişkileri daha sağlıklı bir düzene taşımak için yeni bir anlayışın, yeni paradigmaların, yeni normların belirlenmesinde de öncü işlev görme kapasitesine sahiptir.

Türkiye’nin bazı yapısal özellikleri ve sabiteleri böyle bir istisnai konum ve istidadı olası kılmaktadır. Mevcut krizin ve Filistin sorununun çözümüne sağlayabileceği katkılar bu rolün üstlenilmesinde bir ilk adım olabilirdi.

Cumhurbaşkanı bu yolu tercih etmemiştir, tersine, romantik olduğu kadar hoyrat bir tavır benimsemiştir. Tarafların tutumunda bu tavırla bir değişiklik sağlanamayacağı açıktır.

Ağır hata ve vahim suç işlemekte olan İsrail ve onu destekleyen hükümetlere yapılan çağrılar da havada kalmıştır.

İktidarın Müslüman Kardeşler ideolojisine ve ağına yatkınlığından kısaca ihvanperestliğinden dolayı ihtilaf yaşadığı, bir süreden beri de yakınlaşmak için büyük çaba harcadığı Arap ülkeleri yönetimlerinin de bu çıkışlardan hoşlandıklarını düşünmek yanlış olur.

Filistin halkının Hamas dışındaki kesimlerinin Türkiye’nin bu tavrına ve Hamas’a şimdiki bakışlarını da hassasiyetle değerlendirmek gerekir.

Belki Hamas ile barışan Beşar Esad bundan memnuniyet duyar ve gelişmelerin Türkiye’nin politikalarını yeniden türbülansa sürüklemesini temenni eder.

Dış politika açısından Cumhurbaşkanı’nın üslubunun tek olumlu yanı Hamas’a yanındaki yegane güçlü ülkenin İran olmadığını hissettirmektir, getirisi pek marjinal kalır.

Türkiye’nin Müslüman alemin vicdanının sesi olduğuna dair iddia da zorlama bir teselliden ibarettir. Çığlık atmak devletlerin görevi değildir. Devletler bir infiali usturuplu şekilde dile getirirler.

Erdoğan’ın söylemi ile Türkiye Filistinlilere sahici fayda sağlama imkânından yoksun kalmıştır. Bugünkü koşullarda önemli kaybımız budur.

Esasen Cumhurbaşkanı’nın Hamas, İsrail ve Batı’ya ilişkin söylediklerinde yeni bir şey yoktur. Kendisini tekrarlamıştır. “Dost kazanacağız ” sloganını yeniden öne çıkarıp bölge ülkeleriyle, batılı ülkelerle ilişkileri onarma seferberliğinin başlatıldığı 2020/21 döneminden önce benzer sözler etmiştir.

Hamas’ın direniş hareketi olduğunu 2018’de de söylemiştir. Şaşırtıcı olan Türkiye’nin bugün üstlenebileceği olumlu işlevi hiçe sayarak ve ilişkileri onarmak için harcanan zorlu çabalardan sonra bu denli hoyratça konuşmuş olmasıdır.

(Nedense İsrail ile diplomatik ilişkilerin normalleştirilmesinde son adımları atmak için sicili belli Netanyahu’nun İsrail’in en ırkçı partileriyle birlikte yeniden iktidara gelmesini beklemiştir.)

Konuşmalarında İsrail ve ABD’ye karşı sözleri bir yana dile getirdiği tek somut tedbir İsrail’e yapılması tasarlanan ziyareti yapmayacağıdır. Bu “yaptırımın” Netanyahu’yu çok sarsıcı bir yanı yoktur.

“İsrail’i savaş suçlusu ilan etme” konusunda izleyeceği yol belli olmamakla beraber, hukuki zemini kullanacak ise Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’nin yetkisini tanıyan Filistin’in eli daha güçlüdür.

Kaldı ki, UCM’de daha önce açılmış bir soruşturma vardır, Mahkemenin savcısı da halen bölgede incelemelerde bulunmaktadır. Erdoğan’ın ifadelerinin Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinin yakın geleceği üzerindeki sonuçlarının boyutları hakkında şimdiden kesin bir hükümde bulunmak zordur.

Endişeyi çok abartmamak gerekir. Çünkü yeni bir şey söylememiştir, ayrıca dünya Erdoğan’ın söylemindeki ve tutumundaki iniş çıkışlara, aşırılıklara, esnemelere hatta “u” dönüşlerine ve savrulmalara alışmıştır.

Ayrıca bu defa konuşmalarına, cılız da olsa amortisör etkisi yapacak ögeler serpiştirmiştir.

Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim mesajlarına da yansıyan bu söylem kurgusunda hedef İsrail’in ve İsrail’i destekleyen ülkelerin tutumlarını değiştirmek, onları Türkiye’nin talepleri yönünde ikna etmek değildir.

Büyük bir katliamın, insanlık trajedisinin yaşandığı, daha şimdiden nüfusunun yüzde 0,5’ini kaybeden Gazze sahasındaki koşulları iyileştirmek de değildir.

Doğrudan “Gazze Krizi”ne, Filistin sorununa etki etmek, meselenin temel aktörlerinin tutumunu değiştirmek veya Türkiye’nin dış politika hedefleriyle ilgili bir hamlede bulunmak arayışları da yoktur.

Buna karşılık, söylem yapısının bütünü düşünüldüğünde , Erdoğan’ın uluslararası ilişkilere yaklaşımında zaman zaman öne çıkan ümmet anlayışı.

“Müslüman Kardeşler” kodları , “Mazlum Müslüman Sokağı”nın liderliğine uzanma tutkusu, AKP propaganda aygıtları tarafından fetiş bir itibar mertebesi ve şov vesilesi olarak addedilen “arabuluculuk”.

konusunda geride kalmış/bırakılmış olmanın, henüz uzun bir sürecin başında olmamıza rağmen yarattığı hayal kırıklığı gibi unsurların izleri görülmektedir.

Cumhurbaşkanı’nın söylemindeki mesajlar aslında iç kamuoyuna yöneliktir, iç politika mülahazalarıyla ilgilidir. Filistin sorunu bugünkü haliyle Türk kamuoyunu derinden üzmektedir ancak kamuoyumuzun bütünü açısından yaşamsal bir konu değildir.

Ama Erdoğan için kendi tarih anlayışının projeksiyonu ve hakim kılmak istediği “atmosfer” bakımından çok önemli bir araç haline gelmiştir.

Filistin davasını Batı’ya karşı husumetin, mağduriyet edebiyatının, Osmanlı hasretinin güncellenmesinin, islami duyguları AKP odaklı seferber etmenin ve Türkiye’yi müslümanlığın önderi kılma tahayyülünün bir vasıtasına dönüştürmüştür.

AKP’nin ve MHP’nin pek sevdikleri beka sorunu ve Türkiye’nin iç ve dış düşmanlar, “bedhahlar” tarafından kuşatılmışlığının bir savı olarak da kullanılmaktadır.

Cumhurbaşkanı Gazze’deki olayların hedefinin “Türkiye”, bu konudaki gayretinin aynı zamanda “Türkiye’nin istiklâl ve istikbal” mücadelesi olduğunu da söylemiştir. Kendisinden farklı düşünenlere de sövmüştür.

Erdoğan Türkiye’deki 2018 seçimlerinden önce Gazze ve Gazze’nin sınırlarında yaşanan olaylar karşısında da köktenci bir tavır takınmıştı.

Sert bir söylemle birlikte Tel Aviv Büyükelçimiz “danışmalar için” Ankara’ya çağrılmış, ana muhalefetin konuyu tırmandırması üzerine Ankara’daki İsrail Büyükelçisi’nin ülkeyi terk etmesi istenmişti.

Halbuki Gazze’deki olayların boyutları bugünkünün çok gerisindeydi. İsrail de mukabele olarak Kudüs’te Başkonsolos, Filistin Yönetimi (Ramallah) nezdinde Büyükelçi unvanıyla görev yapan Büyükelçimizin geri dönmesini talep etmişti.

Seçimler öncesinde iç politikayı gözeten bu hamleler aleyhimize oldu zira görev sahası Gazze’yi de kapsayan Filistin nezdindeki üst düzey bir siyasi temsilciden yıllarca mahrum kaldık.

Ayrıca 2019 yılı yerel seçimlerinin ana temasının iktidar tarafından bir beka sorunu olarak şekillendirildiği de hatırlanacaktır.

Cumhurbaşkanı’nın 25,28 Ekim tarihli konuşmaları ve “29 Ekim Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılı” mesajlarındaki vurgularından oluşan söylem kurgusunun 2024 yerel seçimlerine malzeme oluşturma ereğinin ötesinde.

Türkiye’nin yaşamakta olduğu ekonomik çöküntünün üstesinden gelmekte çok zorlandığı anlaşılan iktidarın tek adam rejimini daha da otoriter bir çizgiye itme hevesi taşıyıp taşımadığı da sorgulanabilir. Böyle bir kaygıyı teşvik eden emareler mevcuttur.

Kaynak

https://medyascope.tv/2023/10/31/aydin-adnan-sezgin-yazdi-dava-filistin-mi-turkiye-mi/

editor, author
Ben Türkiye'nin iç meseleleriyle ilgilenen bir yazar ve gazeteciyim.

İlgili Makaleler

Send this to a friend